Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sezgin Bakırdere, özellikle kutuplarda yaptığı çalışmalarla adından sıkça söz ettiren bilim insanı. Soyadını taşıyan araştırma grubunda Nobel Ödüllü birçok akademisyeni son bir yılda ağırlamış. Prof. Dr. Sezgin Bakırdere ile daha yaşanabilir ve temiz dünya için en önemli alanlardan biri olarak işaret ettiği kimyayı ve hayatımızdaki yerini enine boyuna konuştuk.
Lisans eğitiminizi kimya alanında yaptınız. Peki, bu kararı nasıl verdiniz?
Lise yıllarımdaki kimya öğretmenlerimden çok etkilenmiştim. Ağabeyim de ben de kimyayı seviyorduk, ikimiz de kimyager olmak istedik, üniversitede ikimiz de kimya bölümünü kazanınca kimyayla ilgili serüvenimiz başlamış oldu.
Şimdi durup geçmişe baktığınızda, “İyi ki kimyayı seçmişim” dediğiniz bir hikâyeniz ve kırılma anı diye gördüğünüz bir süreç oldu mu?
Fırat Üniversitesi Kimya Bölümündeki hocalarımdan biri Prof. Dr. Mehmet Yaman’dı. İkinci sınıftayken dersimize giriyordu. Bir gün laboratuvarın önünden geçerken hocamın alevli atomik absorpsiyon cihazının başında çalıştığını gördüm. Yanına giderek ne yaptığını sordum, o cihazla ağır metallerin tayininin, gıdalarda toksik metallerin olup olmadığının tespitinin yapıldığını anlattıktan sonra hocam beni hemen cihazın başına oturttu. O an kendimi çok güçlü hissettim. Gerçekten bir şeyler yapıp topluma katkı sağlayabileceğimi hayal ettim. Sonrasında hocamla TÜBİTAK projesi verdik. Henüz lisans yıllarımda TÜBİTAK projemizin geçmiş olması bana ayrı bir özgüven verdi ve o an dedim ki, “İyi ki kimya bölümünü kazanmışım”. TÜBİTAK projemiz, atık su arıtma tesislerindeki çamurların gübre olarak kullanılması halinde içinde sağlığa zararlı herhangi bir madde olup olmadığına dair bir araştırmaydı. Bu projeyi doçentlik sınavımda da esas eserim olarak gösterdim. Doçentlik sınavıma kadar elbette birçok yayınım olmuştu, ancak beni bilime kazandıran, bilim yolundan yürüten ilk çalışma buydu.
Hayatta karşılaştığımız problemler bilimsel buluşları tetikler. Bir sorun tespit ederiz ve çözmek için ürettiğimiz çalışmalar yeni bilgiler üretir. Böyle baktığımızda sizin en temel probleminiz nedir bilimsel alanda?
Çocukluğumuzda Super Mario diye bir oyun vardı. Önüne çıkan engelleri tek tek aşıp sonunda prensesi öpeceksin. Akademisyenlik de durum böyle aslında. Yani akademisyenlik temelde engelleri aşma, zorlukların üstesinden gelme sanatıdır. Hayallerimizi de bu engelleri aşarak gerçekleştiririz. Engeller para olabilir, öğrenci bulamamak olabilir, proje alamamak olabilir… Super Mario gibi tüm bunların üstesinden gelmemiz şart. Türkiye’de engeller var mı diye bakarsak, tabii ki var, ancak Türkiye’de engeller aşılabiliyor. Ben doktoramın bir kısmını Kanada’da yaptım, orada engellerin aşılması daha zor. Çünkü orada para bulamama, devam eden projende ihtiyaç duyduğun kimyasala ulaşamama gibi engellerin aşılması daha zor süreçler içeriyor. Örneğin Türkiye’de bir kimyasal ihtiyacım olsa, onu gidip bölümdeki bir hocamdan rahatlıkla temin edebilirim. Ama Kanada’da gidip başkasından alamazsın. Bu yönüyle, Türkiye’de bu kültürle yoğurulmuş bir akademisyenlik yapısı var ve yardımlaşma çok yüksek. Yeter ki içindeki azim ölmesin. Diyelim proje yazman gerekiyor, hem kimyasal hem de bunun için para lazım. Kimyasalın olacak ki, öğrenci gelip deney yapabilsin. Para bulamazsan, kimyasalın olmazsa öğrenci gelmez ve orası bataklık olur, çiçek yetişmez. Bizim asli görevimiz, bataklığı kurutup orada çiçek yetiştirebilmek, yani gelecek nesilleri yetiştirmek… Bence akademisyen eğer azimliyse burada laboratuvarını donatması da yayın çıkarması da zor değil.
“KİMYA ŞİMDİ ÇOK DAHA DEĞERLİ”
Türkiye’de ekonomik göstergelere baktığımızda döviz açığını oluşturan en temel kollardan biri de kimya… Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Önemli bir konuya parmak bastınız. Bakın atalarımız çok güzel demiş, “yükte hafif, pahada ağır” diye… Yükte hafif, pahada ağır demek, kimya demektir. Çünkü hacmi küçük olup ondan maksimum kazanç sağlayabileceğiniz sanat dalının adıdır kimya. Basit bir örnek olarak nano malzemeleri verelim… Bir ilaç yaparken de yolumuz kimyadan geçmek zorunda. O ilacı vücutta taşıyacak nano malzemeleri yaparken de… Mesela bir nano malzeme var, yurt dışında 10 gramı bin dolar. Çünkü üretici teknolojisini koymuş. Biz kendimiz laboratuvarımızda yapıyor, 10 TL’ye mal ediyoruz o nanomalzemeyi. Bakın kimya bilgisini koyduğunuz zaman 10 TL’yi bin dolara dönüştürebiliyorsunuz rahatlıkla. Yeter ki kimya bilginiz iyi olsun. Özellikle pandemiden sonra kimyaya olan talep daha fazla arttı. Çünkü, temiz su yoksa hayat yok demektir ve atık suların daha fazla temizlenmesi gerektiğini herkes anladı. Yine virüsten, bakteriden korunmak için hijyenik malzemelerin revaçta olması zorunluluğu anlaşıldı. Nano malzeme teknolojisinin bu işlerde kullanılabileceği konuşuldu, ilaç ve aşı yapımında kimyanın olmazsa olmaz olduğunu herkes kavradı.
Pandemi öncesi ve sonrası diye değerlendirmek gerekir mi?
Pandemi öncesi ve sonrasını değerlendirirsek, kimya şimdi çok daha değerli. Bir ülke bağımsızlığını, ancak kimya alanında bağımsızlığını ilan ederek sağlayabilir. Patates yetiştirmek gibidir kimya. Kimyagerin sayısı azaldığı zaman değeri artar. Niye? Çünkü firmalarda, fabrikalarda kimyagere ihtiyaç var. Eğer çok fazla kimya mezunu varsa, maaş düşer. O yüzden aileler, düşük maaşı göz önüne alarak çocuğuna kimyaya yönlendirmez. Mezun az olduğu için, arz talep dengesi gereği kimyagere olan talep artar, haliyle kimyagerin değeri de artmış olur. Sonra aileler bir daha kimya yazdırmaya başlar. Bu böyleydi, ancak artık öyle değil. Bu duruma birçok örnek verilebilir. Örneğin Akkim Kimya’nın yaptığı epoksi reçinesi yatırımı çok önemli. Çünkü, her yerde kullanıyorsun ve dışa bağımlısın. Bakın, bizim cari açığımızın büyük bir kısmı kimyadan kaynaklı. Bunu kapatmak için devlet tarafından ciddi destekler verilmeye başladı, verilmeli de … Umarım bu tip tesisler diğer firmalara da örnek olur.
Peki, bu alana yapılan yatırımlar yeterli mi sizce?
Özellikle son beş yılda çok arttı. Çünkü cari açığı kapatmanın yolunun kimyadan geçtiğini devlet büyüklerimiz de, yöneticiler de, bürokratlar da gördü. İstenildiği kadar turizme yönelinsin, oradan elde edilen gelir belli bir noktaya kadar. Bizim yüksek teknoloji üretmemiz lazım. Mesela demir metali… Cevherin içinde bir kilo demir 10 TL, ondan at nalı yapınca 50 TL oluyor. Aynı demiri flaş bellekte kullanınca 5 bin TL, uzay teknolojisinde kullanınca 5 milyon TL… Demir aynı demir, fakat kullandığın teknolojiye göre kilogram başı demirin ücreti, katma değeri değişiyor. Artık yükte hafif, pahada ağır ürünler elde etmenin nasıl olduğunu öğrendik, teknolojik altyapı oluştu. Kimyanın pandemi sonrası daha da artan önemi gösterdi ki, kimya+bilim+destek=refah diyebiliriz.
Toplumda kimyaya dair negatif bir algı var, diğer yandan kimyanın sürdürülebilir yaşam adına büyük yol kat ettiği de bir gerçek. Çevreye duyarlı bir yaklaşıma sahip yeşil kimya var artık… Bu konuda yorumunuz nedir?
Bu algı, sadece ülkemizde değil tüm dünyada böyle. Kimya eşittir tehlike algısının nedeni, eskiden kurulan kimyasal üretim fabrikalarının bacalarından dışarı salınan tehlikeli gazlar. Bu gazlar insan sağlığını tehlikeye sokuyor, atık sular balıkları öldürüyor, suları kirletiyordu. Ancak bu olaylar 25-30 yıl önceydi. Sistem artık bacalarda filtre kullanmayı, atık suyunu arıtmayı, ÇED raporun olmasını zorunlu kıldı. Bu sayede artık bu tür fabrikalar güvenli/ çevreci oldu. Kimya tesisleri iyi denetlendiğinde çevreye zarar vermediği görülecek ve bu algı yavaş yavaş azalacak. Özellikle pandemi döneminde halk şunu anladı; kimya olmadan pandemiden kurtulamazdık. Kimya olmadan virüsle savaşamazdık. “Bir kimya tesisinin yakınındaki köyde yetişen domates mi güvenlidir, yoksa bilmem ne dağ köyündeki mi?” diye sorarsanız, “Kimya tesisinin yakınında yetişen domates daha güvenlidir” derim. Çünkü o kadar fazla regülasyon var, denetimler sonucu kurallara o kadar uyuluyor ki; Akkim gibi büyük firmalar, bölgede herhangi bir kontaminasyon yaratmıyor. Problem biraz da bizde. Topluma bunu tam anlatamıyoruz galiba.
“KİMYA ÇEVREYİ KİRLETMEZ”
Aslında kimya çevreyi kirletmekten çok temizliyor yani…
Hep kimyanın çevreyi kirlettiği konuşulur. Hayır, kimya çevreyi kirletmez, tam aksine temizler. Kimya olmasa atık su tesislerinde su arıtamayız. Kimya hayatı koruma, kolaylaştırma, sorunları giderme sanatıdır. Öğrencilerime hep anlatırım; bir yerde toksik bir kimyasal varsa güvendesiniz. Çünkü onun tehlikeli olduğunu biliyorsunuz ve ona göre güvenlik tedbirleri alacaksınız demektir bu. Etrafta potasyum siyanür olduğunu düşünün. Böyle bir yerde kimse elini bir yere dokundurup da üstüne elma yemez. Siyanürün vücuda vereceği zararı bilir. O nedenle güvenlik tedbirleri had safhada olur. Tüm kimya sektöründe esas budur. İnsan sağlığı ön planda tutulur ve mümkün olduğunca çevreyi kirletmemeye yönelik gayret sarf edilir. O yüzden kimya hayattır, hayatı kurtarma sanatıdır, çevreyi temizleme sanatıdır.
NOBEL ÖDÜLLÜ BİLİM İNSANLARI İLE TOPLANTILAR DÜZENLEDİK
Pandemi dönemi kimya alanında da akademik çalışmaları dönüştürdü. Daha “uzaktan” ama yoğun bir çalışma kültürü gelişti. Sizde de böyle mi oldu? Haklısınız. Örneğin benim çalışma grubum Bakırdere Araştırma Grubu. Covid-19 döneminde hayatımıza tam anlamıyla giren çevrimiçi toplantı kültürünü büyük bir faydaya dönüştürdük. Türkiye’de ve dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan alanında yetkin bilim insanlarını “Think Different to be Different” seminer serimiz kapsamında araştırma ekibimizde ağırlama fırsatı yakaladık. TÜBİTAK ve TÜBA Başkanlarımızın yanı sıra sekiz Nobel ödüllü bilim insanını araştırma ekibimizle çevrimiçi platformda bir araya getirerek ufkumuzu genişlettik. Seminer serimizin konukları arasında Dr. David Jeffrey Wineland (2012 Nobel Fizik Ödülü), Dr. Hasan Mandal (TÜBİTAK Başkanı), Dr. Jean-Piere Sauvage (2016 Nobel Kimya Ödülü), Dr. Bruce A. Beutler (2011 Nobel Tıp Ödülü), Dr. Dany Shechtman (2011 Nobel Kimya Ödülü), Dr. Robert J. Lefkowitz (2012 Nobel Kimya Ödülü), Dr. Takaaki Kajita (2015 Nobel Fizik Ödülü), Dr. Javier Garcia-Martinez (IUPAC Başkanı), Dr. Harald zur Hausen (2008 Nobel Tıp Ödülü), Dr. Muzaffer Şeker (TÜBA Başkanı), Dr. Brian Kobilka (2012 Nobel Kimya Ödülü) gibi isimleri ağırladık.
Üniversitelerle kimya firmaları arasındaki iş birliğini yeterli buluyor musunuz?
Hayır. Mesela Stanford Üniversitesi’nin bütçesine baktığınızda, Türkiye’deki birçok üniversiteden katbekat daha fazla. Ama devlet vermiyor ki bu bütçeyi. Özel sektörle ilişkilerinden üniversiteye geliyor. Mesela özel sektör üniversiteye geliyor ve mevcut problemlerini hocayla konuşuyor. Hoca sorunla ilgili bir proje hazırlıyor. Sektör maddi destek sağladığında hem hoca hem de üniversite kazanıyor. Bu şekilde milyon dolarlar değil, milyar dolarlar konuşulmaya başlanıyor. Ama ülkemizde benim gözlemlediğim; hocalar da sektör de “en çok ben biliyorum” diyor ve iki çok bilen bir araya gelemiyor maalesef. Biraz hocaların dinlemesi, biraz da sektörün anlatması gerekiyor. Özellikle sanayi ile akademisyenin buluştuğu teknoparklar sayesinde son 10 yılda bu durum aşılmaya başlandı. Bu nedenle çok önemsediğim teknoparklar sayesinde kimya sektöründeki ivme logaritmik olarak artışa başladı.
Kimyada Ar-Ge çok önemli. Mesela Akkim, Ar-Ge için cirodan ciddi bir kaynak ayırıyor. Özel sektörün Ar-Ge bölümleriyle üniversiteler arasında böyle organik bir bağ var mı ya da olmalı mı?
Bugün o bağ daha çok staj üzerinden kuruluyor, ancak organik bağ kurulursa, yani bir firmanın Ar-Ge ekibiyle üniversitedeki akademisyen ve öğrencileri bir araya gelirse ortaya çok farklı besteler çıkabilir, bambaşka sinerji oluşturabilir. Bu kültürün zamanla oturacağına, bir ekosistem kurulacağına yürekten inanıyorum.
Türkiye’deki kimya sektöründe faaliyet gösteren firmalar iyi bir gelişim sergiliyorlar mı sizce?
Geleceğimiz parlak mı, iyi miyiz? Evet, dünyayla rekabet edebilecek firmalarımız var. Gelişmiş ülkeler, yüksek teknoloji üreten ülkeler anlamına geliyor. Biz de yüksek teknoloji üretebiliyoruz. Beş yıla kadar hem kimya alanında hem yazılım alanında dünya liderleri arasında olacağız. Ben birinci sınıf öğrencilerime hep söylüyorum; “Burada 50 kişisiniz, aranızdan iki kişi ileride bir fabrika kuracak ve geri kalan 48 kişi o iki kişinin yanında çalışacak. Şu anda kararınızı verin. Fabrika mı kuracaksınız, yoksa kurulan fabrikada mı çalışacaksınız?” diye…
Ama ikisi de seçilebilir. Birinin birine üstünlüğü olmaması gerekir, değil mi?
Tabii ikisi de güzel. Kimyagerlik çok kutsal fakat işveren olmak ayrı bir haz. O yüzden işveren mi olacaksın, o iş yerinde çalışan mı? Onun kararını birinci sınıfta vermek gerek. Erken karar alınca beyin ona göre sizi yönlendirmeye başlıyor, sürekli gelişmeye çalışıyor.
“KİMYA ÜLKEMİZİN GELECEĞİ”
Son yıllarda kimya ve gıda güvenliği birlikte çok anılmaya başlandı. Akkim’in Nazilli’deki fabrikası FSSC 22000 gıda güvenliği yönetim sistemi belgesi sistemine sahip tek tesis. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Hani Avrupa Birliği diyoruz hep, işte onların hepsi aslında bir sertifikasyon. Bu da gıdanın içinde ağır metal olmadığının, içinde herhangi bir pestisitin kullanılmadığının sertifikası. Bunu kimya yapıyor. Bu tip tesisler çok önemli ve çoğalmalı. Mesela domatesin içinde pestisit çıkar veya başka bir şeyin içerisinde aflatoksin çıkar. Bunların tehlikesini de kimya gösterir, nasıl engelleneceğinin reçetesini de kimya yazar. O yüzden kimya gerçekten çok değerli bir bilim dalı. Ülkemizin geleceği aslında!!! Eğer kimyayı topluma iyi bir şekilde anlatabilirsek iyi domates, patates yetiştirebiliriz, temiz su içebiliriz, temiz kıyafet giyebiliriz. Kışın sıcak, yazın serin tutacak giysiler üretebiliriz. İlaçlara daha rahat ulaşabiliriz. Kimya olmasa bunların hiçbiri olmaz. Bunları anlatabilirsek toplum kimyayı sahiplenir ve aileler çocuklarını kimyaya yönlendirir.
Çocukken hayal kurarız ve kurtarıcı olmak isteriz. O kurtarıcılığın kimyadan geçtiğini bilmiyoruz pek fazla.
Haklısınız. Ben hâlâ daha kurtarıcı olmak istiyorum. Mesela insansız hava aracı yapıyoruz değil mi? Bu araçların ileri teknoloji sistemleriyle donatılmasında kimyanın etkisi çok büyük. Bir uçağa görünmezlik zırhı büründürmek kimyanın işidir. Nano malzemelerle kaplayarak bunu yaparız. Yolumuz ille de kimyadan geçmek zorunda. Çocuğunuzun kullandığı oyuncakta toksik etki yapacak maddeyi tespit etmek de kimyanın işi, zararsız kimyasalla o oyuncağı üretmek de…
Ve en önemlisi deprem yapı kimyasalları…
Yapı kimyasallarına verilen önem artacak. Binalar yapılırken kimyacılar da önemli rol oynayacak. Yapı sektöründe de kimyanın önemi anlaşılıyor. Kimyagerler artık yüksek teknolojiyi çimento yapımında kullanacaklar. Farklı kimyasallar sentezleyerek dayanıklılığı artıracak malzemeler üretmek, sağlam binalar yapmak için yolumuz kimyadan geçmek zorunda.
Öğrencilerinizle kutuplarda yaptığınız ve çok ses getiren çalışmalarınız oldu… Şu an çalışma hangi aşamada?
Bu hafta projeyi tamamlayıp raporumuzu TÜBİTAK sistemine yükledik. Kutuplar 2049’a kadar tüm dünyanın, yani herkes gidip araştırma yapabilir. Ancak 2049’dan sonra söz hakkı ortaya çıkacak. Yani orada yapılan araştırma türü ve miktarına göre söz hakkınız olacak. Bununla ilgili ülkemizden son 7-8 yıldır büyük bir atak var. Cumhurbaşkanlığı uhdesinde TÜBİTAK bünyesinde kutup enstitüsü kuruldu ve başında çok başarılı bir bilim insanı ve ekibi var. Ülkemizde artık kutuplarda yapılacak çalışmalar TÜBİTAK’a sunuluyor. Her yıl kutuplara bilim seferleri düzenleniyor. Bir öğrencimle hayalimiz vardı; kutuplara gidip o bölgeyle ilgili mesela insan kaynaklı pestisit taşınma oldu mu, metal kirliliği var mı diye araştırmak. Bununla ilgili bir proje yaptık ve kabul edildi. Öğrencimizi kutuplara gönderdik. Oradan örnekler geldi ve çok güzel datalar elde ettik. Şu ana kadar sekiz tane SCI kapsamında yayın yaptık ve yayınlarımızı göndermeye devam ediyoruz. Çünkü orası dünyanın kara kutusu. Geçmişle ilgili bilgi elde etmek istiyorsak yolumuz mutlaka kutuplardan geçmek zorunda, çünkü bakir bölge. Bundan 300 bin yıl önce dünya atmosferinde ne olduğunu tespit etmek istiyorsak kutuplarda çalışma yapmalıyız. Öğrencimizin verileri buradaki laboratuvarda analiz edildi. Yaptığımız bilimsel çalışmaların bir ödülü olarak bu yıl Royal Society of Chemistry’e Fellow (Danışman) üye olarak seçildim. Yapılan bilimsel çalışmaların ödüllendirilmesi her bilim insanı gibi bizleri de çok mutlu ediyor. Çalışma şevkimizi arttırıp bilim yolunda yürüme gayretimizi arttırıyor..
BİR PORTRE OLARAK PROF. DR. SEZGİN BAKIRDERE
• 1980 yılı, Elazığ doğumlu.
• Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü 2001 mezunu. Bölüm ve fakülte birinciliğinin yanı sıra üniversite ikinciliği dereceleriyle mezun olduktan sonra analitik kimya anabilim dalında yüksek lisansını 2003 yılında, doktora eğitimini Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde 2009’da tamamladıktan sonra doktora eğitiminin bir kısmını Kanada Ulusal Araştırma Merkezi’nde sürdürdü. 2012 yılında doçent, 2017 yılında profesör unvanını alan Dr. Bakırdere; çeşitli kurum ve kuruşlarca desteklenmiş biri TÜSEB, 27’si TÜBİTAK projesi olmak üzere toplam 47 bilimsel araştırma projesinde yürütücü, araştırmacı ve danışman olarak görev aldı.
• Uluslararası saygın dergilerde yayınlanmış 302 makaleye, uluslararası saygın yayınevlerince basılan iki kitaba, ulusal/ uluslararası sempozyumlarda sunulmuş 183 bildiriye ve 2022 yılına ait ulusal bir patente sahip.
• Yaptığı çalışmalarla ulusal/uluslararası platformlardan 2019 yılında ODTÜ Prof. Dr. Mustafa N.Parlar Eğitim ve Araştırma Vakfı Araştırma Teşvik Ödülü ve 6 adet TÜBİTAK 2242-Üniversite Öğrencileri Araştırma Proje Yarışması’nda akademik danışman olarak Türkiye ve bölge geneli birincilik, ikincilik ödülleri olmak üzere toplam 16 ödül kazandı.
• 2015 yılında seçildiği Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) asosiye üyeliğinin yanında dünya genelinde 200 üyesi bulunan Küresel Genç Akademi üyeliğine 2018 yılında seçilirken, söz konusu görevlerine halen devam ediyor.
• 2022 yılında İngiliz Kraliyet Akademisi Kimya Topluluğu’na “Fellow” üye olarak seçilen Dr. Bakırdere, Türkiye Kimya Derneği Yönetim Kurulu üyesi.